17 Ocak 2015 Cumartesi

Övgü

Övgü: Özgüveni Arttırıyor Mu, Azaltıyor Mu?


Thomas, oldukça ünlü ve rekabetçi bir okulda okuyan bir beşinci sınıf öğrencisi. Yakın bir zaman önce uzun sarı saçlarını, James Bond’u canlandıran Daniel Craig’e benzetmek için kısa kestirdi. Berbere giderken yanında Craig’in fotoğrafı da vardı. Thomas, Bond’dan farklı olarak bir kargo pantolon ve kahramanlarından biri olan Frank Zappa tişörtünden oluşan “üniformasını” giymeyi seviyor. Okuldan tanıdığı beş arkadaşıyla takılıyor. Hepsi “zeki çocuklar”. Thomas da onlardan biri ve bir gruba ait olmayı seviyor.
Thomas’a yürümeyi öğrendiğinden beri sürekli çok zeki olduğu söylendi. Üstelik sadece anne babası tarafından değil, bu “büyümüş de küçülmüş” çocukla ilişki kuran herkes tarafından söylendi. Anaokuluna başvurduğunda, zekası da istatistiksel olarak onaylanmış oldu. Başvurduğu okul tüm başvuranlar arasında yüzde bire girenler için “rezerve edilmişti” ve çocuklardan bir IQ testi isteniyordu. Thomas sadece yüzde bire girmekle kalmadı. Yüzde birin de yüzde birine girdi.
Ancak Thomas okulda sınıf atladıkça zeki olduğuna dair sahip olduğu bu farkındalık, ödevlerini yaparken korkusuz bir özgüvene dönüşmedi. İşin aslı, Thomas’ın babası tam tersi olduğunu fark etti. “Thomas başarılı olmayacağı şeyleri denemek istemedi”, diyor babası. “Bazı şeyler çok basit geliyordu ona. Ama basit gelmediğinde neredeyse anında yapmaktan vazgeçti. ‘Ben bu konuda iyi değilim’ diye kestirip atıyordu.” Kaşla göz arasında Thomas dünyayı ikiye ayırıyordu: Doğuştan iyi olduğu şeyler ve iyi olmadığı şeyler.
Örneğin, ilkokulun ilk yıllarında Thomas heceleme konusunda pek iyi değildi. Bu yüzden sesli hecelemeyi reddediyordu. Kesirlerle ilk kez karşılaştığı andan itibaren onlardan da kaçmaya başladı. En büyük problem ise üçüncü sınıfta yaşandı. El yazısıyla yazmayı öğrenmesi gerekiyordu, ama haftalar boyunca yazmayı denemedi bile. Sonunda öğretmenin, ödevin el yazısıyla teslim edilmesini istediği tarih geldi. Thomas daha fazla kaçamadı ve sonunda ödevi yapmayı düpedüz reddetti. Thomas’ın babası onunla bunun nedenlerini konuşmayı denedi: “Dinle, zeki olman demek, çaba göstermek zorunda değilsin demek değildir.” (Thomas sonunda el yazısını öğrendi. Ama bunu, babasının ikna edici sözleri olmadan başaramadı.)
Peki neden bu çocuk ölçülebilir bir şekilde listenin en tepelerinde olmasına rağmen rutin okul zorlukları ile baş etme becerisi konusunda kendine güven eksikliği yaşıyor?
Thomas yalnız değil. Uzun yıllardır, tüm üstün zekalı öğrencilerin (yetenek testlerinde yüzde 10′a girenlerin) büyük bir yüzdesinin kendi yeteneklerini ciddi bir biçimde küçümsedikleri kaydediliyor. Yetkinliklerini algılama eksikliğinden muzdarip olanlar, başarı için daha düşük standartları benimsiyor ve var olan potansiyellerinden çok daha azını kendilerinden bekliyorlar. Çabanın önemini küçümsüyorlar ve bir ebeveynin ne derece yardımına ihtiyaç duyduklarını ise aşırı büyütüyorlar.
Anne babalar ise çocuklarının zekasını övdüklerinde bu probleme çözüm getirdiklerini düşünüyorlar. Kolombiya Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen bir ankete göre Amerikalı ailelerin yüzde 85′i çocuklarına onların zeki olduğunu söylemenin önemli olduğunu düşünüyor. Ben, bunun New York gibi büyük şehirlerde yüzde 100′e yakın olduğunu düşünüyorum. Sonuçta herkes bunu alışkanlıktan yapıyor. Sürekli övgü, çocuklarımızın omzunda oturan ve onlara yeteneklerini hafife almamalarını hatırlatan küçük bir melek gibi.
Ama kayda değer sayıda araştırma, aslında bunun tam tersi bir durum olabileceğini şiddetle öne sürüyor. Çocuklara “zeki” etiketini yapıştırmak, onların kapasitelerinin altında performans göstermelerini engellemez. Aksine buna sebep oluyor olabilir.
Geçtiğimiz 10 yılda psikolog Carol Dweck ve Kolombiya Üniversitesi’ndeki ekibi, New York’taki bir düzine okuldaki öğrenci üzerinde övgünün etkisini araştırdı. 400 tane beşinci sınıf öğrencisi ile yaptığı çalışmadan elde ettiği ufuk açıcı sonuçlar, resmi çok net ortaya koyuyor.
Dweck, dört araştırma asistanını New York’taki beşinci sınıflara gönderdi. Araştırmacılar, bir yapboz serisinden oluşan – bütün çocukların kolayca yapabileceği türden – sözel olmayan IQ testi için her seferinde tek bir çocuğu sınıftan dışarı alacaklardı. Çocuk testi bitirince araştırmacılar her bir çocuğa aldığı sonucu söyledi ve sonra ona bir cümlelik bir övgüde bulundu. Gelişigüzel bir şekilde iki gruba ayrılmış olan çocukların bazıları zekalarıhakkında övgü aldılar. Onlara şöyle dendi: “Bu konuda çok zeki olmalısın”. Diğer gruptaki öğrenciler ise çabaları için övgü aldılar: “Gerçekten çok çalışmış olmalısın.”
Peki neden sadece bir cümlelik övgü? “Çocukların ne kadar duyarlı olduklarını görmek istedik ve tek bir cümlenin etki yaratmak için yeterli olduğuna dair bir önsezimiz vardı” diye anlatıyor Dweck.
İkinci turda çocuklara test seçenekleri sunuldu. Seçeneklerden biri, birinciden daha zor olacak bir testti. Ancak araştırmacılar çocuklara yapboz testleri yaparak çok şey öğrendiklerini söyledi. Diğer bir seçenek ise ilki gibi basit bir testti. Çabaları için övgü alanların yüzde 90′ı daha zor olan yapboz testini seçtiler. Zekasına övgü alan çocukların büyük bir çoğunluğu ise basit testi seçti. Yani zeki çocuk “yan çizdi”.
Bu neden böyle oldu? “Çocukları zekaları için övdüğümüzde, onlara oyunun adının bu olduğunu söyleriz: ‘Zeki görün, hata yaparak riske girme.’ Beşinci sınıf öğrencileri de bunu yaptı: Zeki görünmeyi seçtiler ve mahcup olma riskini önlediler” diyor Dweck.
Bir sonraki turda, hiçbir öğrencinin seçeneği olmadı. Test zordu. Onların sınıfının iki sınıf üstü için tasarlanmıştı. Tahmin edildiği üzere herkes başarısız oldu. Ancak yine, çalışmanın en başında ayrılan iki grup farklı tepkiler verdi. İlk testte çabaları için övgü alan gruptakiler, bu seferki teste yeterince odaklanamadıklarını düşündüler. “Kendilerini teste verdiler, yapbozu çözmek için her çözümü denemeye istekli görünüyorlardı” diye anlatıyor Dweck. “Çoğu ilginç bir şekilde ‘Bu benim favori testim oldu’ yorumunda bulundu.”
Ama zekası için övgü alanlar için durum hiç de böyle değildi. Başarısızlıklarının, yeterince zeki olmamalarının bir kanıtı olduğuna kanaat getirdiler. “Onları izleyerek bile yaşadıkları gerginliği görebiliyordunuz. Terliyorlardı ve perişan durumdaydılar.”
Yapay olarak bir başarısızlık turu hissi yaratan araştırmacılar, tüm beşinci sınıf öğrencilerine ilk turdaki kadar basit bir şekilde tasarlanmış son bir test yaptılar. Çabaları için övgü alanlar belirgin bir şekilde – yüzde 30 oranında – daha iyi sonuçlar elde ettiler. Zeki oldukları için övgü alanlar ise ilk başta yaptıklarından daha kötü sonuçlar – yüzde 20 oranında – aldılar.
Dweck araştırmanın başında övgünün aslında ters tepen bir şey olduğundan şüphe duyuyordu. Ancak şüphelendiği etkinin büyüklüğünden kendisi bile şaşkındı. “Çabaya vurgu yapmak, bir çocuğa kontrol edebileceği bir değişken sunuyor” diye açıklıyor Dweck. “Kendi başarılarının kontrolünün kendi ellerinde olduğunu düşünüyorlar. Oysa doğal zekaya vurgu yapmak kontrolü çocuğun elinden alıyor. Ve bir başarısızlığa tepki verme konusunda hiç de iyi bir yol sunmuyor.”
Araştırmayı takip eden görüşmelerde Dweck, doğuştan gelen zekanın başarının anahtarı olduğunu düşünenlerin, çabanın önemini hesaba katmadıklarını keşfetti. “Ben zekiyim” diyen çocukların mantığı şöyle işliyordu: “Çaba göstermeme gerek yok.”
Deneylerine devam ettikçe Dweck, övgünün performans üzerindeki bu etkisinin tüm sosyo-ekonomik sınıflardan gelen çocuklar için aynı olduğunu buldu. Övgü hem kızları hem de erkekleri etkiliyordu. (Ancak en zeki kızlar, başarısızlık turunda en büyük hüsranı yaşayanlar oldu.) Anaokulu öğrencileri bile övgünün bu olumsuz gücüne karşı tepkisiz değildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder